Bizim medeniyetimizin eseri olan kurumlar, ulvî niyetlerin nurlarını, İlahi pınarlardan beslenen hayat ve insan anlayışının parıltılarını yansıtır. Her biri, insana ve tüm canlılara hizmet etmenin ibadet olduğunu ilan eden birer mühürdür. Vakıflar, mabetler, medreseler, kervansaraylar, hamamlar, hangâhlar ve elbette şifahaneler bunların birer örnekleridir. Cenab-ı Hakk’ın el- Şâfî ‘ isminin tecelligâhı şifahanelerdir.
Çare bulunamayan bir hastalıkla son günlerini yaşamakta olan Gevher Nesibe Hatun’un, ağabeyi Selçuklu Sultanı GıyaseddinKeyhüsrev’e vasiyeti şudur: “Sevgili ağabeyim, takdire tedbir çare değildir. Yaratan bize nasıl bir kader tayin etmişse, o tecelli edecektir. Bunu kabullenmemek O’nun iradesine isyan olur. Biz doğduğumuz andan itibaren beraberimizde taşıdığımız ölüm cevherini kendimize ziynet sayarız. Yine de ahirette benim ruhumun rahat etmesini istersen bir şifahane yaptır. Öyle bir şifahane olsun ki, burada hem gönül hem de beden acıları dindirilsin, her ikisinin de tedavisi yapılsın.” der.
Bu vasiyetin ardından Gevher Nesibe Hatun vefat eder. Ağabeyi GıyaseddinKeyhüsrev vasiyete uyarak, ŞifaiyeGıyasiye Medresesi’ni yaptırır.1205 yılında tamamlanan medrese iki bölümden oluşur. Birinci bölüm okuldur. Burada tıp tahsili yapılır. İkinci bölüm ise şifahanedir. Hastalar burada kabul edilir. Bu bölümde ayrıca ruh hastaları için yapılmış on sekiz oda vardır ve akıl hastalarının müzik, su sesi ve güzel koku ile tedavilerine çalışılır.
Yirminci yüzyılın başlarına kadar 700 yıl hizmet veren bu medrese, ırk-din ayrımı gözetmeksizin hiçbir hastayı kapısından çevirmemiş, şifa arayan herkese yardım etmiş, tıp ilminin gelişmesine büyük katkıları olmuş bir şifahane, bugünkü anlayışa göre bir üniversite hastanesidir. ŞifaiyeGıyasiye Medresesi ilk ve tek hastanemiz değildir. Fakat Gevher Nesibe Hatun’un sözleri Müslüman toplumların ruh asilliğini yansıtması açısından iyi bir örnektir. İnsanların İslâm ile müşerref oldukları her yerde, bu ruh haliyle, hiçbir hastalık ve hastanın hor görülmeyip Allah rızası için hizmet verildiği sayısız şifahaneler, bîmaristanlar, müsteşfâlar inşa edilmiştir.
Batı medeniyetinde ise akıl hastaları 19. yüzyıla kadar Avrupa’da “şeytanla işbirliği yapan lanetli mahluk ” muamelesi görür, akıl hastaları önce içlerindeki şeytanı çıkarmak için işkence edilir, bu sonuç vermezse diri diri yakılırlardı. Avrupa ancak 19. yüzyıl başlarında akıl hastalığının bir hastalık olduğunu anlamaya başlamış ve hastaları tedavi etmek için doğu tıbbını öğrenmiştir. Bizde ise akıl hastaları meczup kabul edilirdi. Yani Allah’ın cezbesine kapılmış insanlardı. Onları musiki, güzel koku ve manzarayla tedavi ederlerdi. Hekim Şuurî , Mir’at -ı Emzice ( mizacların , karakterlerin aynası) adlı eserinde, bu tip hastaların musiki ile tedavisini tavsiye etmektedir. Hastalığın çeşidine göre Türk Musikisi’nde makamların kullanılmasını istemektedir.
Bimarhane, Osmanlıca lügatte hastane, tımarhane, deliler yurdu olarak tanımlanır. Uzun asırlar boyunca Bimarhane kelimesi anlam kayması sonucu tımarhane haline gelmiştir. Tımarhane akıl hastalarının bulunduğu yer manasına gelir. Hastane de, hasta evi, hastaların bulunduğu yer manalarına gelir. Halbuki hastaların tedavi edildikleri bu mekanlar birer “şifahane”dirler. Bu nedenle hastane yerine şifahane isminin kullanılması doğru ve anlamlıdır. Bu mekanlar hastaların bulundukları yerlerden ziyade hastalara şifa dağıtmak için kurulmuş mekanlardır. Sağlık ocaklarına, hasta ocağı demiyoruz. Sağlık evine hasta evi demediğimize göre hastaların tedavi gördükleri mekanlara da hastane denilmemelidir. Daruşşifa ya da şifahane denilmesi doğru, anlamlı ve uygun olacaktır.
Bu vesile ile tüm hastalarımıza acil şifalar diliyorum. Onlara hizmet eden hekimlerimizi ve sağlık çalışanlarını saygı ve sevgi ile selamlıyorum.
YORUMLAR